Özellikle “hak”
kavramı gündeme geldiğinde tarihsel boyutundan farklı olarak “günübirlik” değerlendirmeler yapıyor ve
asıl yanılgıyı da burada düşüyoruz. Oysa “hak”
kavramının esirgenmesi veya sonuna kadar verilmesinin genlerimizle bir ilintisi
var.
Eskiden yaşlılar kadınları zapturapt altına almak
için iki sihirli(!) formüle sahiplerdi. Zaten söz hakkı olmayan genç kızlar
veya yeni evli kadınların, hiçbir zaman dilinin çıkmamasının yolu “sopa” ve “sıpa” ikilisinden geçiyordu.
Hatta bunu atasözü haline getirmişlerdi; Sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik
etmeyeceksin…
İşte o zaman kadın, yediği dayaktan dolayı bir
köşeye sinerdi.
Sürekli hamile kalıp, doğurduğu çocuklara bakma
durumunda olduğundan dolayı da “farklı
şeyler” aklına bile getirmezlerdi.
Benzeri askerlikte de vardı.
Askerdeyken anlam veremediğim bir kazı çalışması
vardı.
Erler bir yeri kazıp, toprakları çıkarıyorlardı,
sonra da başka erler o toprakları çukura doldurarak kapatıyordu.
İstihkâm bölüğü de olmadığından çukur kazıp, geri
doldurulması ilgimi çekmişti. Bunu samimi olduğum bir komutana sorduğumda,
askerlerin başıboş bırakmaya gelmeyeceğini söylemişti.
İşte o zaman kavradım ki, insanları “farklı şeylerle” meşgul ederek, asıl
ilgileneceği konuların ötelenmesini sağlıyorlardı.
Gerçek hayatta da bu böyleydi, verdiğiyle yetinecek
bir çark oluşturulmuş, “devletlû”
neyi emrediyorsa onun kifayet edeceğini, aksinin ise anarşi çıkaracağına
inandırılmıştık.
Temel Hak ve Özgürlüklerin tümüne bakış açısında
yatan ana sebep “devletlû” bakış
açısıdır.
“Ne kadar
oyalayacaksa, o kadar hak” verilmesi gerekiyordu.
Ağızlara bir parmak bal çalıp, uzun süre acı reçete
uygulanabilirdi.
Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek de mümkündü.
Dimyata pirince giderken, evdeki bulguru kaybetmeme
adına özgürlük taleplerini bizler de “gıdım gıdım” istemeye başladık.
Ve şimdi çektiğimiz acılar, reva görülenden çok
istemekten kaynaklanıyor.
Diyelim Kürt’sünüz, anadilinizde konuşmak
istiyorsunuz.
Aslında en temel hakkınızdır bu ve buna sahip olmak
için birilerinin iznini beklemeye gerek yoktur.
Ama beklememiz gerektiğine inandırılmışız…
Önce resmi dairelerde “Burada Türkçeden başka dille
konuşmak yasaktır” diye uyarıcı levhalar asılırdı, köylü vatandaş derdini anlatamazdı.
“Başka dil“in
içine İngilizce, Almanca veya Fransızca girmez, sadece Kürtçe kastedilmiş
olurdu.
Bir bakıma yasak bile kendi içinde şifreli ama
kapsadığı alan aleniydi.
***
Böyle bir ülkede biz temel hak ve özgürlüklerin
peşine düşmüş, neden Allah’ın verdiği hakkı bir başkasının gasp etme hakkına
kurban edildiğini boş yere sorgulayıp duruyoruz.
Oysa bu bizim genimizde var. İşbaşına geçen biz
olsak da vereceğimiz hak, anlayışımızdan öteye gitmeyecektir.
Bugüne kadar “Türkçe
ezanın aslına döndürülmesi ve yasak olan Kur’an-ı Kerim’in serbest bırakılması”
dışında, hangi siyasi partinin temel hak ve özgürlükleri üzerine seçim
vaatlerini duydunuz?
Hiç hatırlamıyorum, çok uzun bir süre boyunca
bunları vadedeni ve vaadini yerine getiren siyasi bir partiyi ya da iktidarı
görmedim.
Genellikle yoksulluk üzerine siyaset yapıldı,
milliyetçilik kaşındı, terör sorgulandı, tütüne getirilen kota bile bütün
haklardan öne çekildi ve her seferinde siyasilerin temcit pilavı gibi önümüze
koydukları vaatleri değişmedi, biz de “bu
kadarıyla” yetineceğimizin bilinciyle davrandık.
AK Partiyle birlikte temel hak ve özgürlükler
konuşulmaya, verilmeye, genişletilmeye çalışılsa da, anlayış, aynı şekilde
sürmeye devam etti, ediyor da…
Kürtçenin ana dil olup olamayacağını konuşuyoruz,
anadiliyle konuşanların olduğunu ve bunun bir hak bilinmesi gerektiğini
bilerek…
Başörtüsü de aynı…
Düne kadar başörtülüleri “vebalı” gören zihniyetle mücadele ettik.
Sonra “başarılı”
olan başörtülü genç kızların ödül töreninde yapılan zulümleri görüp, “bari ödülünü verin” diyerek kanaat
edebileceğimiz sınırı çizdik.
Ve bir süre sonra “henüz asaleti tasdik olmamış“, yani stajyer olarak görev yapanlara
Devlet Memurları Kanununun uygulanıp, başlarının açılmasının bir zulüm olduğunu
belirterek “kanaat edeceğimiz” yeni
bir sınır çizdik kendi kendimize…
Ve nihayet şimdi “stajyere var da, çalışana yok” diye bir başka sınır çizmeye
başladık.
Çünkü bizi idare edenler de aynen bizim gibi
düşünüyordu.
Biz başa geçtiğimizde de farklısını yapmayacak
olduğumuzun bilincindelerdi.
Her zaman ve her ideolojik anlayışta da, siyasi
partilerde de “izin verildiği” ölçü
vardı.
Bu belki de “tahammül
sınırıydı” ve herkes, hak vermeye karşı cömert değildi, babalarının
kesesinden çıkıyor gibi pinti davranabiliyorlardı.
İşte o nedenledir ki, biz kadınların kıyafetini
belirleme hakkını ezelden beridir elimizde tutan bir milletiz.
Yetmemiş, sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik
etmiyoruz.
Üstüne de tuz biber olsun diye organik biber gazı
serpiştiriyoruz…
Twitimden
seçmeler
Yağcılığın hiç bir türlüsü sevilmez ama “Sivil
Toplum” olduğunu iddia eden STK'ların yağcılığı hiç ama hiç sevilmez.
Sultangazi Sivilleşiyor…
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.