a

Allah devletimize zeval vermesin!

Amerika filmlerinde “Tanrı Amerika’yı korusun” duasıyla,
ülkemizde sıkça duyduğumuz “Allah
devletimize zeval vermesin
” arasında çok ilginç fark var. Aslında her
ikisinde de “yaratıcı“nın korumasına
emanet edilme var. Fark, birisinde ülkeyi yaratıcının koruması için dua
edilirken, bir diğerinde aslında bir yapılanma olan “devlet“i koruma için dualar edilir.

İşte asıl fark da burada; Amerikalı,
ülkesinin korunması için dua ederken, bizde ülke için değil, devlet için dua
edilir.

Ve bu duayı edenlerin samimiyetinden
kuşku duymamak mümkün değil. Zira edilen dua, içten gelerek yapılan bir dua
değil, korkuya endekslenen bir duadır.

Ülkesi için kanıyla canıyla mücadele
eden bir nesil, devletin zorba yüzüyle tanışmakta gecikmemişti. Devrim Kanunları diye ortaya konanlar,
kabul edilmesi mümkün olmayan ve verilen mücadeleleri yok saymakla kalmayıp,
cezalandıran uygulamalardı.

Kafasına geçireceği şapkayla “medeni” olacağına inanılan bir
zihniyet, bunu “moda” diye değil, “dayatmayla” yapmaya kalkışmış ve sırf
bir şapka parçası yüzünden yüzlerce insanın kellesi alınmıştı.

Öylesine bir katliam söz konusuydu ki,
Anadolu’nun dört bir yanına “seyyar
olarak kurulan İstiklal Mahkemeleri, asıp asıp gidiyordu. Asarken sorgulamıyor,
astıktan sonra gerekçe üretiyordu.

Halk sinmeye başlamıştı, amaçlanan
olmuştu.

Gizlice konuşmadan bile ürken bir halk
vardı artık, böyle bir halkı idare etmekten kolayı da yoktu.

Oysa Kurtuluş Mücadelesi veren halk,
ülke ve millet sevgisiyle doluydu. Yurdu işgal eden düşmanlara karşı kanıyla
canıyla savaşıp, en sevdiklerini cephede bırakanlar, “yaşanabilir bir ülke“ye kavuşma hayali kuruyor, bunu da
baskıyla değil, elde ettikleri özgürlükle sahip olacakları bir vatan toprağı
için yapıyorlardı.

1930 yılına gelindiğinde İzmir’in
Menemen ilçesinde genç bir subay, kalabalık bir grup tarafından katlediliyordu.
Genç subayı katledecek hiçbir mantıklı gerekçe yoktu. Katledenlerse ayyaş
takımından, esrarkeş insanlardı. Birilerinin sahneye oyun koyduğu ve
oyuncuların da “sağlıklı düşünemeyen
berduşlar arasından seçildiği anlaşılıyordu.

Genç subay feci şekilde can verirken,
olayla alakası olmayan bir kitle bedelini ödemeye başlıyordu. İrticayı canının
istediğinde hortlatacağına daha o zaman başlamışlardı.

Bir anda ülkenin dört bir yanında yeni
bir korku salınmaya başlamış, İzmir’de olan olaydan dolayı, İstanbul’da
tutuklamalar, İzmir’de idamlar başlamıştı.

Genelkurmay ve Emniyet arşivlerindeki
raporlar Kubilay‘ı katledenlerin
esrarkeş olduğunu ortaya koymasına rağmen hadise, ‘irticaî kalkışma‘ şeklinde sunulmuş, olayı Nakşilerin yönlendirdiği
iddia edilerek inançlı insanlar zan altına alınmakla kalmamış, teker teker idam
edilmişti. Bunlardan birisi de İstanbul’da ikamet eden, 84 yaşına merdiven dayamış
ama 90 yaşında gösterecek kadar da çökmüş olan Esad Erbilî Hazretleriydi.

Hiçbir suçu olmayan ve konuyla uzaktan
yakından alakası olmayan Esad Erbilî, apar topar Menemen’e getirilmiş
ve orada “düzmece” mahkemede idamla
yargılanmıştı. Ancak yaşından dolayı karar müebbette çevrilmişti. Ne ki, 4 Mart
1931 yılında tutuklu olduğu zindanda hayatını kaybetmişti.

Bununla kalmamış elbet, mezarı
gizlenmiş, mezar taşı çok görülmüş ve tahmini olarak gömülü olduğu yere gelip
dua edenlere zulmedilmişti. Öyle birkaç yıl değil, 2000 yılına kadar Esad Erbilî Hazretlerinin tahminen gömülü olduğu Safa Camine gelip dua
edenler fişlenmişti.

Cami yapılırken, “toplu mezar“ı andıracak kemik parçaları çıkmış, katliamın
bilançosunun korkunçluğu ortaya dökülmüştü.

Daha sonraları “korku” salma farklı şekillerde sürdü ama hiç eksilmedi. Tek Parti
zulmünün sürdüğü yıllarda iki kişi bir araya gelerek sohbet etmekten korkar
olmuştu. Düşünürken bile “acaba bizi
takip eden var mı?
” diye gölgesinden korkan bir millet ortaya çıkmıştı.

Ezan’ın Türkçeleşmesi, Kur’an-ı
Kerim’in yasaklanması, insanların nasıl ibadet edeceğinin bile emir komuta
zinciri içinde gerçekleşmesi dönemi başlamıştı. Ekmeğin karneyle verilmesi,
halkın kıtlıktan inim inim inletilirken, camilere doldurulan buğdayların denize
dökülmesi de cabasıydı.

Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle
birlikte kalkan yasaklar, 1960 darbesiyle birlikte katlanarak sürmüştü.

1971 muhtırası, 12 Eylül darbesi ve
öncesindeki Sıkıyönetimin sıkı uygulamalarıyla hep katmerleşerek süren zulüm,
28 Şubat’ın antidemokratik yönetiminde baskılarla devam etmişti.

Ve sürekli “götürülürüz” korkusuyla yaşayan bir millet, camide hutbelerde,
vaazlarda, namaz sonrası yapılan dualarda bile hem Atatürk ve silah
arkadaşlarına “usulen” dualar etmiş,
hem de “Allah devletimize zeval vermesin
diyerek “bizi almayın, götürmeyin, kim
vurduya gitmeyelim
” korkusuyla dilden dökülen, yürekte yer etmeyen dualarda
bulunmuşlardı, bulunmaya devam eden yaşlılar halen var.

Bütün bu zulümler sonucunda,
Amerika’daki insan “Tanrı Amerika’yı
korusun
” diye yürekten dua ederken, ülkemizdeki insanlar “bizi götürmesinler” korkusuyla “Allah devletimize zeval vermesin” diye zevalden
başka bir şey bulmadıkları devletlerine dua ettiler.

Devlet, millete hizmet etmek üzere
oluşturulan bir yapı olduğuysa hep göz ardı edilmiş, Ergenekon gibi terör
örgütleri, devletin bütün kurumlarına sızarak, “kendi iktidarları” için halka zulmetmişlerdir.

Bu zulüm, adı değişse de, metodu
değişse de hep var oldu, olmaya da devam ediyor.

Çünkü bizim genimize yerleşmiş şey, “halk dediğin, güdülecek yığınlar topluluğu
olmuştur ve en iyi güdülme şekli de salınan korku oranının yüksek
tutulmasındandır…

 

Twitimden
seçmeler

22 Aralık 2012 saat 23.38 Dursun Çavuş
(Kızdırmayın Vıllıdırım) kitabıma son noktayı koyduğum tarih ve saat. Çok şükür
Allah'ıma…

www.twitter.com/naifkarabatak

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.

Sıradaki haber:

SURİYE'DE İNSANLIĞI YAŞATALIM